Yaşadığım şehirde “mahalle” sıcaklığında gördüğüm yerler, bu yerlerde bulunan ve gece müzik yapan mekanlar vardı. Bu mekanlarda uzun yıllar sahne aldım. Tek başıma sahneye çıkma cesaretim olmadığı için, en az bir başka müzisyen arkadaşımla çıkardım; eşlik anlamında değildi bu birliktelik, beraber sahne yapmak içindi. Nitekim, insanların alkol alınca ne yapacağı belli olmazdı. İki kadehten sonra bardaklar havada uçuşup, üstümüze yağabilirdi.
Bu mekanlarda çalıştığım yıllarda çok şeyler gördüm. Fakat, yolun başından beri karşı durduğum ve kabullenemediğim bir şey vardı; istek parça. En acemi yıllarımda bile tuhafıma giderdi, özellikle tarz dışı istekler gelince hayret ederdim, bunların kulakları nerede diye düşünürdüm, sahnede olmadığı kesindi.
Henüz masalarına oturmadan “istek alıyor musunuz” diye sorduklarında öfkem gözlerimden taşardı. Bu ne cüret! İnsan, önce sahneye dönüp bakmaz mı, biraz dinleyip anlamaz mı? Hemen istek istemek de ne demek?
Sahnede enstrüman olarak bir tek gitar ve yan flüt varken, ‘Isırgan Otu’, ’Saçlarını Yol Getir’ gibi alakasız türküler istenilmez değil mi? Veyahut, sahnede iki gitar varken, üstelik mekana gireli beş dakika olmuşken, “halay var mı” diye sahneye sırnaşılmaz. Bu kişilere garip garip bakarak “Sizce var mı?” diye sorardım. Ama, birazdan dj çalar, siz de bol bol zıplarsınız çıldırırcasına.
Halay demişken bir başka konuya değinmeden geçemeyeceğim. Halkımız artık halaysız hiçbir etkinlik, miting, konser, dinletiyi bitirmiyor. Halay yoksa sahne boş, sahnedeki de bomboş. Öyle ki, sahne sıralaması yapılırken de halay söyleyen kişilere göre belirleniyor, hatta sanatçı arkadaşlar bile halay söylüyorlarsa en son onların çıkması gerektiği düşüncesindeler. Yani, ne yaparsanız yapın, halay söylemeyince hiçbir anlam ifade etmiyor. Bomboş!
Konumuza geri dönelim; istek parça. Hiç unutmuyorum, bir gün bir mekana bağlama çalan müzisyene eşlik etmek için çağrıldım. (Kendisi o günden sonra bu işi bırakmış olabilir, bir daha hiçbir yerde görmedim.) İçeride birkaç masa vardı, içlerinden bazılarını tanıyordum, onlar da beni tanıyorlardı, isteklere cevap vermediğimi biliyorlardı. Müşteri memnuniyeti diye bir söz var ya, oldum olası ısınamadığım bir kavram. Çünkü, müzisyen çalıp söylemek, müşteri de dinlemek ve eğlenmek için gelir mekana ama… Ya müzisyenin fikri, emeği, sahnede yapmak istediği? Geçelim… O gece, bağlama çalan arkadaşa aynı türküyü en az on defa söylettiler. Abartmıyorum. Müzisyen arkadaş sıkıldı ama söylemeye devam etti, ben sahneden indim ve onlar aynı türküyle rakılarını yudumlamaya devam ettiler, bütün gece bu böyle sürdü.
Bunun yanı sıra bir de peçeteye yaz mevzusu var. Peçeteye yazınca güya kibarlık oluyor, kabalık edip sahneye bağırmamış oluyorsunuz. Sonra, bir bakıyorsunuz, güzelim sahne peçetelerle dolmuş. Gitti bizim ambiyans. Pardon! O ne ki? Işık, dekor, ses düzeni… buralara hiç girmeyeceğim, çünkü ne bu yazı biter ne de asıl değinmek istediğim konuya geçebilirim.
Bununla birlikte şunu da belirtmeliyim ki, sizi canı gönülden dinleyen, repertuvarınızı bilen, dinlemeye geldiklerinde bu şarkıları isteyen insanları tenzih ediyorum, çünkü bu istekler insanın içini ısıtır, kişiye yürüdüğü yolun güzelliğini yeniden hatırlatır.
Ben, bu mekanlardan çıktıktan sonra, uzun süre o gürültüyü kafamın içinden atamadım. O tür müzikleri dinleyenlerle bile ilişkimi sürdüremedim. Bazı günler, hala o berbat şarkılar kulaklarımda çınlıyor, kabus gibi bir şey, hafızadan kolay silinmiyor.
Bu arada, aklınıza sadece türkü barlar geliyormuş gibi hissediyorum, açıkçası mevzu Türkiyeliler ve müzik olunca hangi tür müzik olursa olsun her an her şey olabilir. Yakın zamanda bunun acı örneklerini birlikte gördük.
Bu yazıyı yazmamın sebebi Onur Şener’in, Ankara’da çalıştığı mekanda istek parçasını söylemediği için vahşice öldürülmesi. Öldürenler devlet yetkilileriymiş. Halk arasında maganda diye tarif ediliyorlar. Nitekim, barbarlık ve zorbalık akıyor bir çoğunun üzerinden. Bunların tiplerini tahmin etmek zor değil. Çünkü, eskiden beri varlar. Son yıllarda sistematik bir şekilde çoğaldılar.
Ben de bu tiplere maganda diyorum. Genelde takım elbise giyerler, ellerini ceplerine atıp deste halindeki paracıklarını göstere göstere çıkarırlar, asla utanmazlar; bağırırlar, çağırırlar, abartılı hareketler yaparlar ve sahneye de, mekandaki herkese de o geceyi zehir ederler. Ve, kimse ses çıkarmaz bunlara. Üstelik, isteklerini bilip çalmanız hiçbir şeyi değiştirmez. Nitekim, doyumsuz ve mutsuz kişiliklerin istekleri bitmez. Yani, ne yaparsanız yapın mutsuz ayrılırlar mekandan ve utanmadan yine gelirler. Para, bütün ayıpları örter mi dersiniz?
Türkiyeli toplumlarda sanatın ve sanatçının değeri yok. Bu durum gün geçtikçe yozlaşıyor; ekranlarda tuhaflıklar yapanlar sanatçı, saatlerce çalıp söyleyen müzik emekçileri bir hiç!
Onur Şener’in öldürüldüğü haberini okuyunca eskilere gittim, kendi hikayemi anımsadım, bu uğurda verdiğim mücadeleyi düşündüm. “İstek Parça” almamak, dinleyicinin değil kendi istediklerimi söylemek için direndim ve sesim çoğu zaman duyulmadı. “Ama Canancığım, sen de şöyle yapsan daha çok severler, dinlerler”. Karşımda müzikle ilgili belki de hiçbir şey bilmeyen insanların akıl vermelerini dinledim; kırıldım, incindim ama bir kere bile geri adım atmadım.
Şimdilerde herkes Onur Şener’in vahşice katledilişini konuşuyor. Pardon! Konuştular. Hemen geçti. Gündem, hızlı hayatlarımızın içinde çok çabuk değişiyor. Paylaştın mı, geç git!
Yıllardır yozlaşan dinleyiciyi değiştirmek ve iyileştirmek için geç kaldık; mekanlar, patronlar, müzisyenler; hepimiz suçluyuz. Şiddet kusan şarkılar, cinayete davet eden türküler istenildiğinde hep bir ağızdan “YOK” demeliydik. Bir kere de yüzümüzü sahneye çevirip sadece dinlemeliydik, sadece DİNLEMELİYDİK. Belki ağır gelecek ama bu nefreti, bu şiddeti hep birlikte büyüttük; görmezden ve duymazdan gelerek.
Bu yazıyı bitirdiğim gün, Hatay’da sokak müzisyenliği yapan Yusuf Karagündüz, istenilen şarkıyı bilmediği için iki kişi tarafından saldırıya uğradı ve yüzünde şişe kırıldı… söyleyeceklerim bu kadar.