Haziran, yaz mevsiminin ilk göz ağrısı. Güneşin, evreni kucaklamasının başlangıcı. Haziran’da insanın usuna; çocuk sesleri, kuş sesleri, kedi köpek sesleri; masmavi koylar, yemyeşil caddeler, meyve dolmuş ağaçlar geliyor. Hiçbir sebep olmasa bile, istemsiz sevinç dolabiliyor ruhumuz. Acı, bu seslerin ve görüntülerin içinde insandan uzak duruyor, ölüm ise hiç yokmuş gibi. Oysa, dünya tarihiyle birlikte insanın tarihi de acılarla dolu. Ve, insanlar “yaşadıkları yere benziyor”, ölüm, hiç beklenmedik bir anda gelip yakalayabiliyor. Tıpkı, hayatın sanatla izlerini birleştirdiği Kazım Koyuncu gibi.
Kazım Koyuncu, 7 Kasım 1972’de Hopa/Artvin’de doğdu. Laz uşağıydı. Lazca şarkılar söyledi. Böylece, yok olmaya yüz tutmuş anadilini bütün ülkeye tanıttı. (Günümüzde, sadece Türkiye’de tam 18 dil tehlike altında. Bunlardan biri de Lazca). Onun şarkılarını, Lazca bilmeyenler de söyledi. Bu durum şarkıların ve sesin birleştirici gücünü, insanları bir araya getirmenin en güçlü eylem olduğunu gösteriyordu.
1993’te, Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) folk rock grubunu kurdu. Bu grup dağıldıktan sonra, iki solo albüm çıkardı: Viya ve Hayde. Zamanla şarkıları çok sevilse de, emekle üreten, popülizmden uzak duran sanatçılarda olduğu gibi, onun da bu yolu yürürken ince sitemleri oldu; “Bunca yıldır müzik yapıyorum bir türlü sevdiremedim kendimi, bir tv dizisinde bir şeyler yaptım sevilmeye başlandım”. Çünkü, derdi sanat olanların, sanatla halkların acılarını anlatanların işi zordu.
Hayatın gerçekleri de böyle değil mi? Sanatçının, popülizme bulaşmadan bir yere varabilmesi, müziğini dilediğince icra edebilmesi güç. Üstelik, ölü sevici toplumlarda yaşıyoruz ve o kuşkusuz bunun farkındaydı. Bu yüzden, konser görüntülerinde kalabalık kitleleri görünce hayret ediyor, bu şaşkınlığını dile getiriyordu. Nitekim, yıllardır emek vermişti ve bir televizyon dizisiyle sesini ancak duyurabilmişti.
Ona, “Karadenizin en hırçın çocuğu” dediler. O, bir devrimciydi.
“Ben bir müzisyenim, sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim” diyerek, tarihin sularında böyle iz bıraktı. Farklı yürüdü. Kendi deyimiyle; bakkala, manava başka türlü davrandı. Çünkü, o devrimi düşleyen, çelik gibi bükülmez bir yüreğe sahipti.
Hayata, evrensel bakıyordu. “Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Tüm topraklar da memleketimizdir” dedi. Dünya halklarını ve ülkelerini böyle selamladı. Hiçbir ırkı bir diğerinden üstün görmedi; eşitlik, özgürlük, adalet ve kardeşlik düşüncesi her şeyin önündeydi. Hayatın sanatla birleştiği noktada, onun da bir derdi vardı, imgelediği başka bir dünyanın mümkünlüğüne sonsuz inanıyordu.
Ve, Çernobil. Ukrayna’nın Kuzeyinde bulunan Pripyat şehri yakınlarında, Çernobil Nükleer Santrali’nin dördüncü reaktöründe yaşanan patlama sonucu çevreye, 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katına eşit miktarda radyasyon yayıldı. Radyoaktif madde yüklü bulutlar Türkiye dahil birçok ülkeyi etkiledi. Bu facia, bazı araştırmalara göre yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne sebep oldu. Yetkililer, bu durumu hiçbir zaman kabul etmedi.
Kazım Koyuncu, kanserden vefat ettiğinde 33 yaşındaydı. Yetkililerin büyük çoğunluğu Doğu Karadeniz bölgesinde artan kanser vakalarını, Çernobil ve ihmal olarak değerlendirmeseler de, o buna inanmadı. Yetkilileri eleştirdi. Dava açtı. Çıktığı mahkemede hakimin sorduğu “ailende kanser var mı?” sorusuna “Evet, ben” diye yanıt verdi. O, bütün haksızlıklara karşı son nefesine kadar mücadele etti. Hayata karşı duruşu, yürüyüşü, şarkı söyleyişi hiç değişmedi. Albert Camus’un “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı” sözleri, onun şarkılarında anlattığı, düşlediği aydınlık bir dünyayla eş değerdi. Yani, sanat duyarlılıktan yapılıyor, bencillikle yapılan şey ise sanat olmuyordu.
Tabiat, gerçek sanatçılar gibi ölmez. O, kendini her çağda yeniler, yaşamaya ve yaşatmaya devam eder. Çünkü, taklit değil gerçektir, özü vardır söylediklerinin, kalp ile bilginin birlikte çalışmasıdır. Doğadan alır, duyarlılığa dönüştürür ve insana sunar. Sanatın anlattıkları, halkların gerçekleridir. Yalaka değildir. Şov değildir. Balzac’ın da dediği gibi; “Sanatın vazifesi, tabiatı kopya etmek değil, tabiatı ifade etmektir.” O, doğduğu toprakların özünü benimseyerek evrensel boyuta taşıdı, insana dair ne varsa şarkılarıyla dile getirdi, doğasını böyle korudu.
Unutmak öldürmektir, hatırlamak yaşatmak diyerek, onu; şarkılarıyla, sözleriyle, mücadelesiyle bugün bir kez daha hatırlıyoruz. “Dünyada bir yerdeyim” diyerek, “ölen bedendir” sözününün yaşayan örneği oldu. Bu dünyadan Kazım Koyuncu geçti; sesi ve izleri, bıraktığı eserleriyle evrende ölümsüzleşti.