Bir dönem ya da çağ genellikle tarihlere göre belirlenir, ancak çoğu zaman değişim ve dönüşümü, görüldüğü ve yazıldığından daha yavaş ilerlediği için, somut olarak tanımlamak ve anlamak güçtür. Bu, müzik tarihi ve türleri için de geçerlidir. Özellikle batı müziği bestelerinin dönemlerini bilmek bir hayli zor; barok, klasik, Rönesans, yirminci yüzyıl zamanlarında üretilmiş bestelerin melodilerine aşina olsak da türlerini ve isimlerini bilen çok az insan vardır. Öyleyse, diyelim ki içimizde böyle bir merak uyandı, o halde bu eserlerin hangi çağda yazıldığını nasıl bileceğiz? Barok mu, klasik mi, yoksa daha mı eski? Aslında, bilmek ve anlamak biraz mümkün. Klasik batı müziğine gönül verenlerin, dinledikleri eserleri tanımaları ve anlamaları için, dinleyici olmanın ötesine geçip, eserleri inceleyip, besteciler üzerine de araştırma yapmaları gerekiyor. Her ne kadar duyduğumuz müzikler birbirine benziyor gibi duyulsa da çağlarına göre eserleri ayrıştıran özellikler söz konusu. Bu yazıda, biraz baroktan klasik döneme geçişi ve biraz da bu türleri nasıl anlayabileceğimize değineceğim.
Hiçbir müzik türünü tarihsel içeriğine bakmadan anlayamayız. Bu yüzden barok müziği, barok dönemi mimarisi ile benzerlikler taşır. Örneğin, 1746-1759 arası inşa edilen Wallfahrtskirche, Birnau, Almanya’da bulunan kilise ile Bach’ın Goldberg Variations eserlerini yarattığı aynı dönemdedir (Samuels 2015). Bu mimarinin, barok dönemine ait olduğunu gösteren belirgin özellikleri; yontulmuş heykeller, detayla işlenmiş duvarlar ve tavandaki resimlerdir. Mimarilerde gördüğümüz “Süslemeler”, Bach’ın eserlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, barok müziği süslemelerle dolu bir dönemi anlatır. Bach’ın eserlerinde de bu süslemeleri görebiliriz. Aynı zamanda, Bach’ın eserleri “Binary” denilen formda (İki bölümden oluşan, iki bölümün de tekrar edildiği, ilk bölümün dominant beşinci derece ya da ilgili majörü ile bitmesi, ikinci bölümün ise başka yerlere modülasyon yapıp karar sese dönmesi) ilerlese de melodideki süslemeler ve kromatik akortlar bu döneme ait özellikler olarak öne çıkmaktadır. Bu noktada, Bach’ın yanı sıra, barok döneminin sonları ile klasik dönem başlangıcı arası tam 555 sonat besteleyen İtalyan asıllı besteci Domenico Scarlatti’nin de öneminden bahsetmeliyiz. Scarlatti bu iki dönemi de yaşamıştır. Yazdığı sonatlar -özellikle 1945’ten sonra besteledikleri- iki bölümden oluşuyordu, yani yine “Binary” denilen düzen. Günümüzde her iki bestecinin de besteleri piyano, keman, gitar ve birçok enstrümanla çalınmaktadır. Batı müziğinin olduğu her yerde karşımıza çıkmaktadır.
1600-1750 yıllarının müziğini tanımlamak için barok teriminin kullanılması, tarihçilerin bu müziğin niteliklerinin bazı yönlerden çağdaş mimari, resim, edebiyat ve belki de bilim ve felsefenin niteliklerine benzer olduğuna inandıklarını göstermektedir. Bu bağlantıyı sade barok döneminde değil bütün dönemlerde görebiliriz. Baroktan Klasik müziğe geçiş şüphesiz onlarca yıl sürdü, benzer şekilde Rönesans (1300-1600) döneminden Barok (1600-1750) dönemine geçişin yüzyıllar sürmesi gibi. Sosyal değişimle birlikte sanatsal değişimler de oldu. Barok dönemi en büyük politik dönemi yaşadı. Öyle ki, Orta çağ feodalizminin hiyerarşik yapıları, yavaş yavaş da olsa sivil toplum yapılarına dönüştürüldü. Batıda bu dönüşüm “Sevgi doktrini” (doktrine of affections) olarak adlandırıldı. Bir diğer adı ise “Affections”, yani “Duygulanım” oldu. Bu noktada bahsedilen duygulanım, bestecinin kişisel duygulanımından çok, genel manadaki duygulanımı.
Bu besteler sade duygulanım ile değil, bilgiyle yapılıyordu. Erdem, bilgi ve mutluluk üçlemesi diye bir şey vardı, ki eski zamanlardan beri bilginin olmadığı yerde erdem de eksik kalıyordu. Tıpkı emeklemeden yürümek gibi, adım atmadan koşmak gibi. Bu noktada, Yunan filozof Diogenes (MÖ 400-325) “Bir takım önemsiz şeylerde, insanların birbirlerinin önüne geçmeye çalıştıkları görülüyor; fakat erdem yolunda öne geçmeye gayret eden hiç görünmüyor.” (Cevizci- 2015) sözünü hatırlayalım. Belli ki eski çağlardan bu yana insanlığın benzer sorunları devam ediyor. Bilgi olmadan fikir, fikir olmadan zikir olmayacağını anlamadan ve sanatın güzelliğinin bilgi ile ortaya çıkacağını da bilmeden yola çıkmamak gerekiyor.
Hangi çağda üretiliyorsa müzik, o çağın doğasına göre şekilleniyor. Dünya her çağda değişiyor, müziğin içeriği değişse bile dili değişmiyor. Eskiden alarak yeniye katıyor. Birbirinden esinleniyor. Öyleyse, her şey birbiriyle etkileşim halinde mi? Notalar, insanlar, hayvanlar, doğa, vs… Bestekarlar da birbirinden etkilenmiş midir? Her ne kadar etkilenmiş olsalar bile, eski zamanlarda kendine haslık vardı. Çünkü, klavye başında kopyalayıp yapıştırma yoktu. Ya da klavye şövalyeliği! Oluşan ve oluşmakta olan insan vardı. Bunun için zaman gerekiyordu; günlerce, aylarca çalışmak, odaya kapanmak; öğrenmek, bilmek, düşünmek ve ardından üretmek geliyordu. Sanat, meşhur olma kaygılarından uzak, güzellikleri büyütmek için yapılıyordu. Yine de her çağda olduğu gibi, kötü duygularına yenilenler de muhakkak vardı; çirkinleşen ve çirkefleşen, yani zamanla yok olanlar. Tıpkı Mozart’a entrikalar dizen Salieri gibi… Buna mukabil, her çağ güzel olanı yaşatıyordu.
Konumuza dönelim. Klasik dönem bestekarlarında olan ortak bir özellik ise, geniş bir fikir ve duygu yelpazesini ifade etmek, daha doğrusu temsil etmek için gösterdikleri çabaydı (Grout & Palisca 1962). Bununla birlikte, Barok ve Klasik dönemde, operalar, suitler ve konçertolar geliştirildi, daha sonra, -Klasik Döneme geçiş sürecinde- müziğin duyguyu temsil etme fikrinden uzaklaşıldı. Besteciler bireysel hareket etme yönünde özgürleştiler. Müzik, elit kesimden halka inmeye başlayınca kurallardan da uzaklaşmaya başlandı. Bestekarların eserleri uzadı. Mozart 20 dakika süren opera sahneleri ve on dakika süren senfoniler yazabildi, çünkü barok dönemine ait kurallar bitiyordu. Halkın gücü, müziği özgürleştiriyordu.
Her şey sınıfsal mı? Bu soruyu yazdığımız, tartıştığımız bütün ortamlarda sorabilir miyiz? Biraz öyle diye düşünüyorum. Nitekim, orta sınıfın yükselmesiyle sanat ve eğitimde popülarite arttı. Yazarlar, sanatçılar, filozoflar, edebiyatçılar, bilimciler için de yeni alanlar oluşmaya başladı.Bütün alanlarda olduğu gibi, müzik de bu değişim ve gelişimde yerini aldı. Özel konserler halka indi, sınıfların birbirine karıştığı dinleyiciler oluşmaya başladı; Paris, Viyana, Almanya’da bu tür konser organizasyonları çoğalmaya başladı. Ayrıca yazılı müzik basılımı da çoğaldı (Grout & Palisca 1962).
Gelelim bu çağlara isimlerini yazdırmış bestekarlara. On sekizinci yüzyılın öne çıkan bestekarları Haydn ve Mozart idi. Aynı zamanda klasik dönemi müzikleriyle temsil de ediyorlar. Bach ve Handel de Barok dönemini. Bach, barok döneminin sonu olarak değerlendirilir. Klasik müzik çoğunlukla daha basit melodilerin armoni ile tümleştiği monofonik bestelerden oluşuyor, Barok türüne göre daha hafif, daha net bir dokuya sahip ve daha az karmaşıktı. Klasik Batı Müziği’nin
bu önemli dönemleri arasındaki göze çarpan farklardan birisi de yaratıcı düşüncedeki değişim idi.
Klasik dönemin en büyük gelişmelerinden biri de senfonilerin yazılması oldu. Senfoniler, dört bölümden oluşuyordu. Bununla birlikte, her zaman istisna durumlar da olabiliyordu; çoğu senfoni dinleyicinin de alışık olduğu benzer düzeni paylaşırken, müzik kurallarının kalkmasıyla bu bilinen düzenler besteciden besteciye, eserden esere değişebiliyordu (Hepokoski ve Darcy, 2006). Klasik dönemden sonraki aşamalarda bile, Klasik besteciler düzenledikleri formlarla oynuyorlardı. Formları standartlaştırmanın güzelliği, daha fazla yenilik için verimli bir başlangıç noktası olarak hizmet etmeleridir. Bunun ardından, yeni klasik senfoni, yepyeni bir senfonik sesin geliştirilmesine izin vermişti. Bugün dinlediğimiz ve bildiğimiz orkestra müziği, yüzyıllar önce klasik dönemde başlamıştı.
Çağlar boyu besteciler sayfalar dolduran notalar ile müzikler yazmışlar ve gün gelmiş bu bestekarlara “müzik dehası” (denilmiş. Günümüzle kıyaslamak kuşkusuz doğru olmayacak fakat, bırakın klasik müziği, şarkı dahi bestelerken insanlara sınırların getirildiği, üç dakikayı geçen şarkıları kimsenin dinlemediği, istatistikler ve talebe göre hareket edildiği bu çağda, sözüm ona “üreten sanatçılar” duygulanım ve esinlenme mevzusundan şüphesiz bihaberler. Her şey sayılardan ibaret! Peki, rakamlarla bir bağ kurmak mümkün mü? Elbette hayır! Ama bir şarkıyla, bir besteyle bağ kurulabilir, eğer ki yukarıda belirttiğim kaygılardan uzak yapılmışsa.
İnsan, üç dakikada ne anlatır bilemiyorum. Bazen bir cümle ile de anlatmak mümkün, kabul ediyorum ama çoğu zaman halini ve duygunu arz etmek böyle olmuyor. Bilgi çağında yaşasak da emekten çok tüketmekten geçiyor bütün yollar.
Bir yandan üç dakikalık şarkılara sığdırılmış hayatlarımızı, bir yandan saatlerce sessizlik içinde süren senfonileri, o muhteşem sahneleri düşünüyorum. Sahi, o dinleyen, dinlemenin de eğlenmek olduğunu bilen insanlar nereye kayboldu? Her coğrafyanın müziği farklı, farklılıklar da güzeldir diyebilirsiniz, o halde Aşık Veysel’in “Kara Toprak” türküsü kaç dizeydi, hatırlayan var mı? Ya da Yunus Emre’nin sayfalarca süren dizelerini. Belki de bu yüzden artık dehalar doğmuyor. Her şeyin hızlısı makbul ya, çabuk yaşa çabuk tüketlerle devam ediyoruz, dar zamanlara sıkıştırılmış hayatlarımıza.
Öyle düşünüyorum ki, bunların hepsi kolay elde etmekten, hiçbir zorluğu bilmeden, ses olmasa da görüntü ile, bilgi olmasa da çalıntı ile milyonlara ulaşabilmekten doğuyor. Ve son söz hep aynı yere varıyor; tüketim çağının doruklarındayız, her şey parlayıp kayboluyor gibi görünse de asıllar aslında kaybolmuyor, onlar bu korkunç hızın içinde, gökyüzünde bir yıldız gibi zamanı gelince parlamaya devam ediyor.