Ana Sayfa Müzik/Music Popülizmin Flütü

Popülizmin Flütü

tarafından admin
0 yorumlar 773 Görünümler

Müzik, tarih öncesi zamanlardan bugüne kadar geldi. Bu süreçte büyük dönüşümler ve gelişim yaşadı. Müziği eski veya yeni bütün kültürlerin içinde bulabiliriz. Tarih öncesi zamanda yolculuk yaparken, sanatın ve müziğin günümüzde vardığı sınırsız gelişimin nereden başladığını anlamak mümkün mü? Müziği sadece Batı Müziği ve Doğu Müziği diye kategorilere ayırmak doğru bir yaklaşım mı? Çağlar boyu “Büyük insanlık” sonsuz değişimlerden geçerken müziğin yerinde sayması kuşkusuz mümkün değildi, bu dönemlerden başlayıp yirminci yüzyıla kadar uzanan bu yolculuğu anlamak için önce tarihin içindeki sesi duymalıyız. Nereden geldik, nereye gidiyoruz, bu süreçte vardığımız yer neresi diye sormalıyız?

Müzik ilk olarak ritim ile keşfedildi, insanın yanlışlıkla bir kütüğe çubukla vurması sonunda çıkan sesi duymasıyla ritim duygusu bütünleşince ortaya perküsyon çıktı ve insanın içindeki kıpırtı, dışına böyle vurdu. Alet ve enstrümanlardan önce, elini ve ayaklarını kullandı insan. Onlarla ritim tuttu, eski çağlardaki imkansızlıklar içinde başka çaresi de yoktu. Bu noktada ilk enstrüman olarak insan sesi de tarihin başlarında yerini alıyor, yani her ikisi de insanın müzikle ilişkisinin başladığı yere varıyor.

Tarih kitapları, insanın bütün enstrümanları tesadüf eseri bulduğunu yazıyor. Öyleyse “Tesadüflerle gelişen” deniz derya müzik bilgisine sahibiz bu çağda.  Şüphesiz bu ses “Tesadüf” de olsa doğanın içinden geliyordu; ağaçların, börtü böceğin, suların, dağların içinden… o halde insanın ritme karşı koyamamasının, en büyük sebebi içindeki hareket duygusundan mıydı? Bu yüzden mi duymuştu ritmin güçlü sesini? Platon, “Müzik ve ritim yollarını ruhun gizli köşelerinde bulurlar” diye anlatıyor. Bu keşfi, böyle anlamlandırıyor. Platon ne kadar da haklıydı. Müzik insanın iç sesiydi.

Eski tarih, yeni tarih fark etmeksizin, kültürlerin hepsinin müzik yoluyla kendine özgü iletişim yolları vardır. Doğu müziği, ağırlıklı olarak doğudan ve Hindistan’dan türetilmiştir. Batı müziği ise ilk olarak Avrupa’dan çıkmıştır. Nitekim, müziği sadece doğu ve batı diye ayırmak mümkün değildir, çünkü kuzeyden güneye, bütün coğrafyaların kendi müzikleri vardır ve bu müzikler inançları, ırkları, toplulukları temsil etmektedir. O halde on binlerce yıl öncesine, bu tarihin ilk sayfalarına inelim.

M.Ö. 60.000 döneminde, eski insanlar, mağara resimleri, takı ve yüksek ihtimalle müzik de yapmaya başladılar. En eski enstrüman olarak kayda geçen, Almanya, Hohle Fels mağarasında bulunan, akbabaların kanat kemiklerine delikler açarak yapılan flütlerin 35.000 sene öncesine ait olduğu söyleniyor. Nefesli enstrümanlar ilk böyle oluşmaya başlıyor. Teyit edilmemiş olsa da en eski müzik aleti, Slovenya’nın Cerkno kentindeki Divje Babe arkeoloji parkında bulunan Divje Babe flütü. Bu flüt bir mağara ayısının kalça kemiğinden yapılmıştır. Bazı bilim adamları, kalça kemiğinin flüt yapmak için yeniden şekillendirildiğine inanırken, bazıları deliklerin sadece etoburların kemiği çiğnemesinin bir yan ürünü olduğuna inanıyor. Yaklaşık 43.500 yaşındadır.

M. Ö. 13,000, Siberya avcıları gruplar halinde Amerika’ya göçerken, şaman geleneksel müziklerini ve ritüellerini de beraberlerinde götürdüler. Taş devri toplumlarında müzik sadece uzmanlarla sınırlı bir şey değildi. Şaman ritüellerini sadece şamanlar gerçekleştirebilse de daha geniş toplulukların katılabileceği farklı etkinlikler yapılıyordu. Şaman ayinlerinde müzik önemli bir yerde tutuluyordu ve şamanlar, sade müziğe değil, dansa, oyuna, şiire de kıymet veriyorlardı. Sanat ve hayat iç içeydi.

M.Ö. 6000 Türkiye’de bakır, bronz ve metal dökümü başlar, M.Ö. 3000’de, bu metaller yeni enstrüman yapımında kullanılır. Bu dönemden sonra Mezopotamya, Mısır ve İndus Vadisi’nde toplumlar birbirine karışmaya, papazlar ve yöneticiler, ayinler ve törenler için müziği kullanmaya başlar. Sonraki yıllarda, Yunan filozof Pisagor (Pythagoras), notalar arasındaki ve gök cisimleri arasındaki matematiksel oranlar üzerinde çalışmalar yapar. Müzik, evrenin ayırmayan dili; birleştirici ve bütünleştirici gücü. Şüphesiz Eski Yunan filozofları bu yüzden doğayı ve evreni anlamak için müzik eğitiminin önemini vurguluyorlardı. Pisagor, müzik ve matematiği birleştirdiği çalışmalarına “Kürelerin müziği” diyordu; dünyanın etrafında küresel yörüngeler halinde dönen güneş, ay ve gezegenlerin evreni titrettiğine ve bu titreşim sonucu müziğin doğumunu anlamlandırıyordu. Bir başka Yunan filozof Aristo için müzik “Dinlenme halinde yaşayanların boş saatlerini eğitmek, eğlendirmek veya çalıştırmaktır.” anlamını ifade eder. İnsan ve doğa gelişirken, müzik de bu muazzamlığın içinde sayfa sayfa yerini alıyordu baş köşede.

Binlerce yılı aşkın süredir, Mezopotamya, Mısır, kuzey Hindistan ve Çin’de dünyanın en eski medeniyetleri, müzikal gelenekler geliştirdiler. Bu gelenekler bugün kültürlerin en büyük temsilcileri oldular. Kuşkusuz unutulmaya yüz tutmuş etnik kökenlerin, yaşayan ve yaşatan tarihi haline geldiler. Örneğin, batı Afrika’da “Griot” (kabilenin tarihini ve geleneklerini kuşaktan kuşağa aktaran kişi) şarkıcı ve hikayeci, modern çağa kadar yaşadı ve bugün hala yaşamakta. Bir başka coğrafyaya bakacak olursak, Hindistan’ın kendine özgü müzik geleneğinin kökenleri M.Ö. 2600’den 1900’e kadar gelişen İndus Vadisi uygarlığına kadar uzandığına inanılmaktadır. Eski Çinli filozoflar da müziğin, evrenin temel düzenini yansıttığına inanırlardı.

Müziğin, biraz daha günümüz tarihine, yakın zamanına inersek, karşımıza belirli kategorilerde olan ve belirli çağları temsil eden başlıklarda müzikler gelecektir; antik/barok, klasik, çağdaş/modern, post modern, renosans, romantik ve yirminci yüz yıl. Tüm sanat alanlarıyla birlikte, özellikle Barok döneminde (1600-1750), müzik güçlendi ve coşkuyla büyüdü. Besteciler, dini ya da laik eserler yazarken, dinleyicide etki yaratmayı hedefledi; böylece opera ve oratoryo ezgileri doğdu; sözlü müzik ve dansa eşlik eden müzikten, bağımsızlığını kazanarak enstrümantal müzik de güçlendi.

Eski çağlardan, barok dönemine, barok döneminden, yirminci yüzyıla, müzikteki özgürleşme ve sınır tanımama, bu çağın hızlı akan tüketim ve üretim maratonuna ayak uydurmasını kanıtlıyor. Barok döneminin kuralları vardı. Klasik ve Romantik çağ ile bu kurallar ufak çaplı gelişti. Aydınlanma Çağı, entelektüel söylem ve siyasi devrimin girdabına tanık oldu.  Bu temel plana karşı, klasik dönem, Barok müziğin karmaşıklığını devirmeye ve yeni bir neslin rasyonalitesine hitap etmeye çalıştı. Ve böylece yeniden müzik, halkla karışmaya başladı, elit ve üst sınıftan ve kurallardan ayrışarak. Çünkü, müzik kentlerde sınıfsal köylerde ise halkındı. Bu sayede, halka açık konserler aracılığıyla, müziğin popülerleşmesinin ve notaların daha fazla kullanılabilirliğinin denetlenmesine yardımcı oldu; senfoni, enstrümantal, sonat ve yaylı çalgılar dörtlüsü gibi yeni formlar, artık sadece üst sınıfların himayesinde değil, gelirleri için pazara bağımlı olan besteciler tarafından, yeni, orta sınıf dinleyiciler için geliştirildi.

Gelelim yaşadığımız bu çağa. Yirminci yüzyılda eski dönemlere ait kurallar tamamen aşıldı. İnsanlar, neredeyse her gün yeni bir tarz ile halkın karşısına geçerek, müzik yaptığını söyleyebildi. Bu çağda, popülizmin etkisinde kalan büyük çoğunluk “Ne tutar” sorusuyla “Sanat” yapmaya başlayınca, halk da zaman içinde iyiyi kötüyü ayıramaz ve seçemez oldu. Melodi ve müzikal bilinç kaybolmaya yüz tuttu. Gelişen teknoloji ve aşırı hızlı yaşamlar içinde ekranlarda ne çıkarsa çıksın adeta halklar tarafından sorgusuz sualsiz kabul edildi. Yani, şöyle de söyleyebiliriz, ana akım medya tarafından gözümüzün içine sokuldu ve kuşkusuz sorgulamayan halklar, kabul etmekten başka bir şey yapamadı. Müzik yozlaştıkça yozlaştı.

Bununla birlikte, Adorno’nun vurguladığı iki önemli soruyu hatırlayalım; “Müzik ne yapmalı?” ve “Müzik ne anlama gelebilir?” Bu sorulara, bu çağda verilecek en güzel yanıt; müzik, onu duyanların olduğu her yerde, biçimi nasıl olursa olsun kendini yaşayacak ve yaşatacak olmasıdır. İyi ya da kötü ayırt etmeksizin, halklar “Kulağına hoş gelen” her şarkıyı ezberleyecektir, melodileri bağrına basacaktır. Eski çağlardan, post modern çağa kadar böyle gelmiştir ve böyle gidecektir. Adorno, müziğin misyonunu “acı çekmenin kodlanmış dili aracılığıyla değişim çağrısı yapmak” (Adorno, 2003, s. 162) olarak tarif ediyordu. Çünkü; Adorno, sanatı hayatın içinde görüyor, bu yüzden batı topluluklarını sert biçimde eleştiriyordu. Sizce haksız mıydı?

Öte yandan, kişi ve grupların kendilerini ifade edebildikleri müzikleri yapabilmesi, sağlıklı bireyler ve sosyal hayatımız için ihtiyacımız olan en büyük etkenlerden biri. Ancak özgürleştikçe müzikte birleşebiliriz. Nitekim, Avrupa’da, operalar, konserler ancak üst sınıfların ulaşabildiği sanat dalıydı. Bu sınıftan olanlar tarafından izlenirdi. Halkın bilet alma gücü ve izleyebilme imkanı yoktu. Bu durumun, bugün dünyanın birçok kentinde aşıldığını görsek de günümüz dünyasının sınıf derdi bitmedi, devam ediyor. Bununla birlikte, 16. yüzyıl ve sonrasında yazılan ve icra edilen müziklerde, bugün icra edilen müziklerdeki ticari kaygılar yoktu. Sanat, varoluş için yapılıyordu. Bu, Avrupa’da, Asya’da, Mezopotamya’da, dünyanın dört bir yanında böyleydi.

Çağın sonsuz ilerleyişi, günümüzde sürekli “Daha çok iste” gibi verilen mesajlar, eskiyi unutmak, değerleri kaybetmek için yapılmış bilinçli hareketlerdir. Oysa eskiyi yeni ile birleştirince oluşan harmanın güzelliği paha biçilebilir mi? Yozlaşmak böyle oluyor toplumlar ve bireyler arasında. Unutarak. Sahi! Bu, çok kullanılan kelimenin tam manasını yeri gelmişken yazmakta fayda var; Yozlaşmanın sözlük anlamı; “Doğasında, soyunda bulunan iyi nitelikleri sonradan yitirmek, soysuzlaşmak” Kuşkusuz, bu noktada soyluluk ve soyu korumaktan bahsetmiyorum. Değerleri yitirdikçe kaybolan bir çağdan bahsediyorum.

Sanat, iletişim kurmanın en güçlü dallarından biri. Sanatın dili, doğa ve hayatın dili, doğanın içindeki ses, insanın içindeki ritimle bütünleşmeseydi, bugün, müziğin geldiği noktaya gelmek mümkün olmayacaktı. Balzac’ın “Sanatın vazifesi, tabiatı kopya etmek değil, tabiatı ifade etmektir” sözünde dediği gibi, insan, doğayı taklit etmedi, ifade etti.

Müzik, duygularımızı, diğer sanat dallarından çok farklı bir şekilde ifade etmemize yardımcı olur. Duygulanmamız, hissetmemiz ve onları ifade etme yeteneğimiz, bizi insan yapan şeydir.  Ve duygularımız olduğu sürece müzik, insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak kalacaktır. Ne yazık ki insanda iyi ve kötü duygular bir arada barınmaktadır. Müzik de bu bağlamda ve bu çağda payına düşeni yaşamaktadır. Her şeyi çabuk unutmak gibi, müzik ve on binlerce yıllık bu serüvenin de pek kimsenin umurunda olmaması gibi.

Müzik, savaşları başlatıp, barış için milyonları bir araya getirmeye varana dek birçok şey yapabilir, tarih boyu topluluklar ve bireyler üzerinde böyle etkilidir. Bir çubuk ve bir kütükle başlayan hikayenin, dünyayı sarmış olması, belki bir tesadüf, belki de değildir. Ve kim, tam olarak bu sorunun tek bir doğru cevabı olduğunu savunabilir? Müzik, çok eski zamanlardan beri insan yaşamının temel bileşenlerinden biri olmuştur ve insanlığın neredeyse tüm öngörülebilir geleceği için de böyle olmaya devam edecektir. Tarih bunu böyle söylese de tüketim çağında yarın için kaygılanmamak mümkün değil. Şimdilerde bunu gören insanların sayısı gittikçe düşmekte, oysa, tarih öncesi çağlardan bugüne, adım adım büyüyen bu sanat dalını yaşatmak, popülizmden değil, emek vermekten geçmektedir. Ve ancak dünya döndükçe, emek ile üretilen eserler yaşayacaktır. Diğerleri, tarihin bulanık sularında kaybolacaktır.

Şunları da Beğenebilirsiniz

Yorum Bırak