Siz hiç ölümü düşündünüz mü? Daha küçük bir çocukken, başınızı göğe çevirdiğinizde, bulutların beyazlığı gözlerinize değince ölüm aklınıza geldi mi? Niye doğduk? Neden ölüyoruz diye sorguladınız mı? Ne için gelmiş bulunduk dünyaya? Varlığımızın mutlak bir manası var mıydı? Sorular sorular… Ömrüm bu soruların varlığının beynimi meşgul etmesiyle aktı. Yaşadığımız bu berbat çağa tanıklık ederken, daha kötü ne olabilir derken, her geçen gün biraz daha cevabını buluyorum sorularımın. Biraz daha büyüyorum. Biraz daha acı biriktiriyorum.
Olmak ya da olmamak gibi, varlığımız da büyük sorular getiriyor beraberinde. İnsan, bir kere sorgulamaya başlayınca işin içinden çıkamıyor. Siz de mutlaka kendi varlığınızı, aile kurallarını, toplum dayatmalarını sorgulamışsınızdır. Ama, erken alınmıştır elinizden bu sorular; bir paket halinde bir yaşam sunulmuştur ve susarak devam etmişsinizdir, onların diledikleri gibi yaşamaya. Nitekim, oyunu bozmak, bozmamaktan daha zor! Gerçek şu ki, çocukken sorduğumuz soruları yetişkin bireyler olduğumuzda, hayatın akışında kaybolurken unutuyoruz. Özgürlüğe akan bir gençliğin peşinden koşarken, kendimizi çeşitli tutsaklıklar içinde buluyor, canlı ölülere dönüyoruz. Ne heves, ne merak kalıyor yaşamaya dair… Direnmeyi, dayanışmayı unutuyoruz.
Günlerdir yine sorularım usumu rahat bırakmıyor. Haksızlığa karşı duran, onuruyla gururuyla direnerek ölen insanları görüyorum. Kalbim ağlıyor. Bir ülke düşlüyorum; özgür bir ülke, düşlerin sınırsız olduğu, “benim” diyebileceğim… Bir çift kara göz gelip konuyor kalbimin tam ortasına; özgürlüğü için ölümü göze alan, davasına çelik gibi bağlanan bir eylemci. Düşlerim çocuk kalıyor. Büyümek istemiyorum.
Şimdi hangi kitap anlatabilir, daha 30’una varmadan adil yargılanma isteyen gençlerin ölüm orucunda, yaşından az kiloya düşerek öldüğünü. Kaç şarkı yazılır? Kaç anmada adları anılır? Kaç kişi faydalanır onların ölümünden?
Dört yanımız kötülüklerle çevrili. Kuşatılmış hissediyorum. Ne tarafa dönsem bir acı çarpıyor suratıma; tecavüzcüler, tacizciler, katiller, hırsızlar, din tüccarları, sahtekarlar kuşatmışlar sokakları; devletin yasalarıyla, devletin aldığı kararlarla öldürmeye devam ediyorlar. Meşrulaşıyor kötülükler, kimileri de “bunlar kötü bile olamazlar” diyor. Vahşiler! Mahluklar! Bunca kötülüğün vebali boynunuza, insanı makineye, varlığını hiçe dönüştürenler, bir gün gelir, hesap sorarlar, hesap sorarlar…
Bunca kötülüğe şahit olduğum bu çağdan utanıyorum, Hiçbir şey yapamamanın verdiği çaresizlik öfkemi büyütüyor, ölen insanların sınıfına bakıyorum, hep yoksul, hep işçi, hep bizden… Ağrıma gidiyor. Nitekim, düşlerim büyük benim, yaşanılası bir dünya istiyorum ama herkes için. Gencecik hayatların, güzel yüreklerin bu gitgide kötüleşen dünyada yitip gitmesini istemiyorum; biraz daha azalmak istemiyorum, anaların-babaların evlat acısı yaşamasını istemiyorum, zamanı gelmeden kimse ölsün istemiyorum. Bir çift kara göz bu defa sıcacık gülümsemesiyle gelip konuyor kalbime, “ben de seni çok seviyorum” diyorum.
Mustafa Kocak’ın anısına…