Bir gün, bir insan evsiz kalmış ve bir otobüs durağında yaşamaya başlamış. Bir battaniye, bir yorgan ile kendine yaptığı yer yatağına uzanmış ve oradan günlerce kalkmamış. Bir süre sonra, güçsüzleşen bedeni bunu kaldıramamış ve mekan tuttuğu otobüs durağında can vermiş. Bu olay İngiltere’nin başkenti Londra’da yaşanmış: adı şanı büyük, yaşamın ise direnmek olduğu koca şehir. Bu hazin sonu duyan insanlar olaydan çok etkilenmiş (!) ardından çok üzülmüş, “ah vah” etmiş; “bu nasıl oldu, bu hepimizin utancı” demiş. Oysa bu adamın yaşadığı otobüs durağının önünden her gün yüzlerce belki binlerce insan gelip geçermiş. Hatta evsiz adam onlara bakar bir de gülümsermiş. Yine de, ne insanlar ne de belediye hiçbir şey yapmamış. Sahi? Bu kalabalık şehirlerde yitip giden yapayalnız insanların adını hatırlayan var mı? Bu ilk değil ve son olmayacaktı.
Evsiz adamı tanıyanlar varmış… Ne de olsa bir ömür öyle ya da böyle yaşamış. Gelmiş ve geçmiş dünya üzerinden. Hakkında bir çok söz de söylenmiş. Kötü şeyler yaparmış. Kötülüklere bulaşmış. Sebebi neydi, niçin öyle oldu kimse bilmemiş, sadece konuşmuşlar. Nitekim, insanlar anlamaktan çok konuşmayı tercih ederler. Aslında, bu tür konuların içine girince çıkılamadığı için gemisini kurtaran kaptan rolüne bürünürler.
Bu hikaye 1980’li yılların sonuna doğru başlamış. O yıllarda Türkiye’den yurtdışına nice insanlar göç etmiş. Göç sebepleri çoğu zaman yoksulluk imiş, ailelerini kurtarmak için bir yol, bir umut. Umduklarını kimi bulmuş, kimileri bulamamış. Her hikayenin bir kahramanı olmuş ama, hayat öyle çıkmazlar içinde akıp gitmiş ki kahramanlar kendilerini tanıyamaz hale gelmiş. Yılların onlardan neler alıp götüreceğini sezmeden sürmüş hayatlar. Geldikleri toprakların türküleri farklılaşmış, oyun havalarında ağlar olmuşlar; “Adana’nın yolları taştan, sen çıkardın beni baştan” şarkısı artık onların dilinde ritmini kaybetmiş; hüzünlü kaldırılan kadehlerin arkasına saklanan gözyaşı ile dinlenir olmuş. Bu evsiz adam da aslen Adanalıymış.
Evsiz adam Adana’dan Londra’ya vardığında, bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başlamış. Bir çok işi öğrenmiş. Patronu da hem hemşerisi hem de hısımıymış. O yıllarda, insanlar birbirine kol kanat gerer, destek olurmuş, “insanlık” biraz olsun varmış. Fabrika işçileri aralarında çıkan ufak tefek sıkıntıların yanı sıra birbirlerini sever, sayarlarmış; güzel kelimelerle, “rica” ile biten cümlelerle seslenirlermiş. Kahve ve çay ikramları için yarışırlarmış. Arada sırada çiğler çıksa bile yeri geldiğinde bir olmayı bilir, patrona karşı ücret artışı için grev dahi yaparlarmış. Evsiz adam sessiz biriymiş ama; o da onları izler, adımlarını diğer işçilerle birleştirirmiş.
Fabrikaya çocuklar da gidermiş. Okul sonrası mesai yapan ebeveynlerini özleyen çocuklar için fabrika eğlence yeriymiş. Bazı makineler erken kapanınca onların arasında saklambaç oynamanın tadı hiçbir şeyde yokmuş. Evsiz adam da çocukları severmiş. Sert ve öfkeli görüntüsünün arkasında gözleri sımsıcak bakarmış. Elinde süpürge ile kocaman fabrikanın içinde dolaşır dururmuş. Makinecilerin, ütücülerin ve diğer tüm çalışanların yarattığı artıkları temizler, böyle geçirirmiş günlerini. Evli mi bekar mı kimse bilmiyormuş. Kim bilir? Belki de bir gönül yarası vardı, geçmişte memlekette kalan. O keder o gözlere boşuna mı değmişti?
Yıllar nasıl geçmiş, sessiz adam neler yaşamış, başına ne haller gelmiş muallak. Her hikayenin bir kahramanı vardır, kimisi çalar çırpar, dolandırır, sahtekarlık yapar, kazık atar ama üstüne bir takım elbise geçirdi mi, cebi de doluysa her şey örtülür gider; kimileri ise, dürüst, mert, cesur, emek, sevgi der durur da kimse sesini duymaz. Lakin, ölülerin ardından çok söz söylenir. Toplumlar riyakardır. Cenazedeki “helal olsun!” avazları fısıltılarda başka cümleler ile yerini alır. Çirkindir! İki yüzlüdür. Asıl kötülerin içimizde dolaştığını görmezden gelenlerin sayısı ise çoktur. Para pul her şeyi kapatır! Sessiz adamın hikayesini bilmek çok güç. Öyle ki, uzatılan elleri bile geri çevirmiş. Minnet etmemiş kimselere! En sonunda, Londra’da hısımlarının yanında çalıştığı fabrikanın önündeki otobüs durağına yerleşmiş, orayı son durak bilip “ölüm var ya, iyi ki var!” demiş.
Bir gün herkes yine işe güce, okula koştururken, otobüs durağı yolcularından biri –sessiz adamla gülüşenlerden- günlerdir tepkisiz olduğunu fark etmiş. Yardım çağırmış. Sonra; haberlerde bir manşet! “Aylardır otobüs durağında yaşayan evsiz adam hayatını kaybetti!” Bir kadının ona yiyecek ve içecek ikram ettiğini, fakat evsiz adamın kabul etmediğini belirtmişler. Belli ki şuurlu veya şuursuz kendini ölüme terk etmiş.
Bir insan manzarası, bir insan hayatı bu kadar. Bir kaç paragraf ile özetlenebiliyor, minik bir hikayeye dönebiliyor. Ne acı! Sosyal medyada günlerce evsiz bir adamın bir süredir yaşamını sürdürdüğü otobüs durağında öldüğü yazıldı. Elbette insanlar böyle ölümlere üzülüyor ve bir butona basarak paylaşıyor. Hatta, bu zamanda, böylesine “gelişmiş” bir çağda, bir insan nasıl sokakta can verebiliyor diye sorguluyor. Ben de çok üzüldüm. Açıkçası fotoğrafını görüp de 80’li yılların sonuna, annemin çalıştığı fabrikaya birden zaman yolculuğu yapmam ile üzüntüm arttı. Şunu belirtmeliyim ki, tanımadığım insanların da acılarını bağrıma basıyorum, bazen oluyor ki günlerce etkisinden kurtulamadan, ne yapmalı diye sürekli soru sorarak yaşıyorum, ama; tanıyınca, hayatınızın bir yerinden geçince o insan, acısı başkalaşıyor.
Sizce bu acı olay son mu? Bu tür insanlara kaç kişi elini uzatır? Devlet? Toplum? Sosyal kurumlar? Dayanışma dernekleri? Camiler, kiliseler, cemevileri? Bu toplumda cebi delik, üstü başı düzgün olmayan insanları kim sever, yanına alır, iş verir, ev verir, ekmek verir. KAÇ KİŞİ? Çünkü, bizler çoktan bu bozuk çarkın içinde duygularımızı ve hatta iyi tarafımızı yitirmişiz. Herkes düşmüş kendi derdine, kendi telaşesine. Devran böyle sürüp gitmiş.