Bu yazıya nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aklıma gelmeyen büyük bir acı başıma geldi: Sarı öldü.
Bizim büyük sevgimizi duymayan yok. Duymayanlar için bu yazıda anlatacağım.
Sarı’yı ilk ailesi küçük oğullarında alerjik astım olmasından ötürü hiç istemedikleri halde vermek zorunda kaldılar.
O zamanlar sadece ben ve Tatlı varız, başka bir insan ya da canlıyı hayatıma almayı hiç mi hiç düşünmüyorum. Hayat benden daha kararlı, yaşayacaklarımı bilmeden böyle düşünüyorum.
Aile çok üzgün. Çaresizler.
“Olur dedim! Gelsin bal oğlan!”
İlk geldiği günü ömrümce unutamam. Hemen Tatlı’nın üzerine atlayınca ne kadar oyuncu olduğunu göstermişti. O gün, yüzüm gülmeye başlamıştı.
Bu oyuncu, sevimli mi sevimli Sarı oğlan insana da çok yakın. Öyle ki, eve misafir gelince onlardan kaçmaktansa ille de etrafta kalacak, hatta masanın üstünde bir yer yapılırsa sizi de bütün gece rahat bırakacaktır.
Aile nedir diye ömrüm boyunca sorguladım; kadın, erkek, çocuk gibi şekillendirilmiş tek tip aile yapısını ret ettim. Biz aile olduk: Tatlı, Sarı ve ben.
Sarı’yla yaşadığımız her anı akıllı telefonumla ölümsüzleştirmek istiyordum. Böyle hissetmemi o sağlıyordu. İş’ten her eve geldiğimde kapıya koşuyor, bazı geceler “yeter artık uyuyalım” der gibi çalışma masasının üzerine serilirdi.
“Bu ne sevgi, ah!” diyordum, tebessüm ederek.
Sarı varken hiçbir şey ağır gelmiyordu. Üzgünsem masaya zıplıyor, tam önüme uzanıp gözlerini bana dikerek sürekli kırpıyordu.
“Ben de seni seviyorum, bal oğlum” diyorum, sonra her şey gelip geçiyor.
Yıllar geçti. Bir kaç defa ev değiştirdik. Üst üste ağır olaylar yaşadım. Ama, onlar hep önceliğim oldu, “iyi olsunlar ben elbet iyileşirim” dedim. Onlardan güç aldım.
Evde bazı değişiklikler olunca Sarı’nın hassas kalbini tanımaya başladım, eve yeni kedi gelince bir kaç defa stresten hasta oldu. Bu olayları çok küçük varidelerle atlattık. Sevgi, ilgi ve biraz muhabbet ile kısa sürede iyileşti.
3 Kasım 2018, Sarı evden gitti. İki gün gelmedi. Bahçedeki kedi kapısından her zamanki gibi gitmişti, ancak dönmüyordu. Ne olur dönsün diye iç geçirdim sürekli. El ilanları hazırlamaya bile koyuldum.
5 Kasım 2018, aklım Sarı’mda zor bela işe gittim. Aklım bana oyunlar oynuyor olumsuz düşünceleri sürekli çağırıyordu. İç sesim kafamda uğulduyordu ‘Hiç böyle yapmaz.’ ‘Başına bir şey mi geldi?’, ‘Havai Fişekler atılıyor her yerde onlardan mı korktu.’ ‘Sarı’ya bir şey olmasın, dayanamam…’ Kafamda bu uğultularla birazcık kendimi toplayıp İşe gitmeden evvel bahçeye minderini ve yemeğini koydum. “Sarı” diye defalarca bağırdım, sesimi tanıyor, bir umut gelir diye bekledim. Göz yaşlarımı içime hapsederek hayır bir şey olmayacak diyerek işime koyuldum.
O gün, Cumartesi Anneleri aklımdan çıkmadı. Bu nasıl bir acı? Yıllarca evladının kemiklerini arayan, ölü ya da sağ mı diye öğrenmek için direnen anneler! Ölüm her canlının mutlak sonu, lakin kayıp; kimse o acıyı yaşamasın.
O gece içimi garip bir his, değişik bir ürperti kapladı. Bahçe kulübesinin oraya gidip bakmak geldi içimden. Sarı gelmiş. Evet! Sarı evine gelmiş. Oğlum sesimi duymuş. Usulca dokunuyorum. Buz gibi…
Sarı ölmüş! Sarı ölmüş…
O gece, oğlum sabaha kadar evinde uyudu.
İçim yandı.
Bir umut uyanır belki dedim, çocukça umutlara kapıldım. Artık göz yaşlarımı içime haps edemiyordum. Oğlum bu kez duymadı sesimi. Uyanamadı!..
Annemin bahçesine götürdüm, oraya gömdük. Mezar taşlarına inanmazdım. Meğerse insan kaybedince toprak teselli oluyormuş. İçim acıyarak öğrendim.