Hacı Bektaş-ı Veli, 13. yüzyılda “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözünü, bugünün diktatörlük rejiminin, tek partili düzenin dilinde dolansın diye söylememişti. Çıkarları doğrultusunda herhangi bir sözü kullanacak kadar haysiyetsiz ve duruşu olmayan topluluklarla bir süredir yüz yüze yaşıyoruz. Öyle ki, “bir” oldukları insanlara da zulüm eden, “Allah” ve din ile kandıran, her türlü pisliğe memleketi bulayan bu kişilerin kendi büyütüp besledikleri kurs yerleri ve sözde eğitim merkezlerinde yaşanan olaylar gündemden düşmüyor. Bu olaylar karşısında bir kere bile isyan etmeyen Müslümanlar neyi bekliyor?
Görüyoruz ki dünyanın 1.57 milyar inanan Müslümanları, ülkelerinde olan bütün bu ahlaksızlıklara göz yumacak kadar vicdanını yitirmiş durumda. Nitekim bir kere bile ayaklanmadılar! Türkiye’nin Sünni inancına bağlı -ki ülke yönetimi de sadece bu inancı tanımaktadır– yüzde 70’lik kesimi var ama ülkenin bir tecavüz cumhuriyetine dönmesine göz yumuyorlar. Bunlara ses çıkaran insanları da gocunmadan terörist ilan ediyorlar. Bu ne yaman çelişki!
Son günlerdeki ülke gündemine bakalım…
Bir kaç gün evvel Konya’da -Türkiye’nin en dini bütün şehirlerinden biri olarak bilinir– bir cami imamı 11 yaşındaki çocuğa cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklandı. Bu olaydan birkaç gün öncesine gidelim. Bu defa olay Ağrı’da gerçekleşti. Yine, pek dini bütün olan bu şehirde bulunan İmam Buhari Yatılı Erkek Kuran Kursu’nun 17 yaşındaki Kuran Hocası, ailesi olmadığı için sürekli kursta kalan 9 yaşındaki erkek çocuğa cinsel istismarda bulundu. Çocuk, ifadesinde oda kapısının kapatıldığını ve tecavüz edildiğini söyledi.
Ne yazık ki, işin içinde şiddet de var! Çocuk, vücudundaki morlukları tehdit edildiği için “düştüm” olarak açıklasa da, kursta bulunan yetkililer hiç mi bir şey fark etmedi? Yoksa yine mi olayın üstü örtülmeye çalışıldı?
İnancınız sizin olsun da, vicdanınız da mı kalmadı?
Hepimiz bir toplum içinde yaşıyoruz ve çoğunluk olarak o toplumun kurallarına uyuyoruz ya da uymak zorunda bırakılıyoruz. İtiraz edip isyan edenlerin ne denli büyük zorbalıklarla durdurulmaya çalışıldığını, bütün yaşam alanlarının ellerinden alındığını son günlerde daha da beter görür olduk.
Toplum kurallarına uyarken herkesin bu normlara uymasını bekleriz. Neden? Çünkü bizden olmayandan korkarız. Sevmediğimiz gibi saygımız da olmaz. Toplumsal kurallar içinde yaşarken biri bir şey yapıyorsa diğeri de sorgusuz sualsiz yapmaya başlar. Bunu özellikle küçük grupların dışına pek çıkmayan topluluklarda, cemaatlerde görebiliriz.
Örneğin; onca kişi kuran kursuna gidiyor ve gördüğü bütün insanlar kendi gibi; bir kişi konuşuyor ve tüm herkes onu dinliyor. Ne yazık ki bu evrede itaat etme, özdeşleşme ve benimseme başlıyor. Çocuk, kendisinden farklı insanlara ve ortamlara yabancılaştırılarak ve bilhassa nefret besleyerek büyütülüyor. Doğru ve yanlış kavramı, insanlar ve yaşamlar üzerinden öğretiliyor. Elbette burada iyi niyet aramamız mümkün değil. Kalıplaşmış insan şekillerinin topluma ne denli zararlı olabileceğini her gün birlikte izliyoruz. Bu topluluklarda mevki sahibi olan bir insan varsa grupların daha çok uyum sağladığı aşikar: “biat et, rahat et!” Sahi, bu sözü de sözüm ona başbakan aleni söylememiş miydi?
Bu gruplar içinde yer alan fertlerin öğrendikleri karşısında sergileyecekleri düşünme, duygu ve davranış biçimine bakalım… İnancınız ne olursa olsun, bir yerde haksızlık, adaletsizlik varsa; cinsel istismar, tecavüz, taciz vakaları artıyorsa kendisini insan diye nitelendiren herhangi bir fert bunun karşısında durmaz mı?
Neyse… İtaat ve biat etme mevzusuna dönelim. Ülke her gün ayrı cinsel istismar suçlarıyla çalkanırken, Mersin Müftülüğü, Kuran Kursu öğrencilerine “kendini sevdirmek için… dokunmak, başını, yanaklarını okşamak, sarılmak, öpmek” gibi davranışlarda bulunmalarını önerdi. Yuh artık!
4-6 yaş grubu çocuklarının kurs gördüğü bu yerde, onları koruyup kollayacaklarına müftü neden böyle açıklamalarda bulunur? İnsanın aklına tek bir şey geliyor: Olası cinsel taciz durumunda bunu çocuğun gözünde ‘normalleştirmek’. Bu durum karşısında da hiçbir şey yapılmıyor. Taciz suçları arttıkça meşrulaştırılıyor. Birbirimize ‘baka baka’ kararıyoruz. Suçlu yargılanmayıp ceza almadıkça o toplumun içinde yaşayanlar bu suçu işlemeye adeta teşvik ediliyor.
Ne günlere kaldık demeyin, insan bazen daha neler görebileceğini düşünüp ürperiyor.
Aslında yıllardır aleni her alanda taciz ediliyoruz. Baştan ayağa sömürüldüğümüz bu sistemde umut olsun diye hatırlatmak istediğim önemli bir çağ var: “aydınlanma çağı”.
Bu çağda din ve tanrı merkezli topluluklar yüzünü felsefe ve sorgulamaya çevirir. Bunun üzerine, Avrupa dine aykırı olduğu düşüncesiyle bilim ve düşünmeyi yasaklar. Evet! Düşünmeyi yasaklar! 18. Yüzyıl sonlarına doğru ise Fransız devrimi gerçekleşir. Orta Çağ karanlığını yok etmek için 15. Yüzyıl’dan o yana mücadele edilmektedir. Sonuç şu: Üç asır sonra Avrupa’da dinin varlığını hissetsek de, ayrı inanç, kültür, din ve ırktan olan insanların bir arada yaşayabildiklerini biliyoruz.
Türkiye’de sayıları az da olsa var olan aydınlık insanlar, o günlere şimdiden ışık oluyor. Bu mide bulandırıcı, alçaltıcı çağ bütün çıplaklığıyla tarihe karışacak. Ne yazık ki, bedeli büyük olacak
21. Yüzyıl’ın henüz başlarında ülke tarihimize nice katliamlar yazıldı; onca insan öldürüldü; onca gazeteci suçsuz yere hapiste; onca işçi ihraç edildi. Yine de, umut hiç azalmadı, KHK ile ihraç edilen solcuların sesi olan Nuriye ve Semih gibi insanlık onurunu koruyanlar da vardı. Bu yazıyı onlara ve tüm direnişçilere selam göndererek bitirmek istiyorum. Biz belki göremeyeceğiz ama geleceğin aydınlık günlerini bu karanlığa karşı direnenler inşa ediyor.
Bu yazı yazıldığında açlık grevinin tam 147. günü. Hükümet hâlâ susuyor ve haklarını geri vermiyor. Peki ya halk? Yüz binlerce ihraç edilen insan? Onlar saklanmışlar, kimse görmüyor!